" SUSTUM GÖZLERİM KONUŞUYOR YALNIZ"
EVLAT ACISI
"Derdim her şeyimi çalsa da
onu yine överim, bana hakikati öğretir."
Evladını yitiren bir ananın gözlerindeki damlalar, gözlerinden pınar
olup akar, ya kalbindeki kanlı gözyaşları, ciğerinden gelen elem
katreleri nasıl bir burgaç gibi olup yanık bir serenatla döne döne kor
gibi yanaklarında dolaşır. Evlat acısı ilacı olmayan tek acı.
Evlat acısı hiçbir acıya benzemez. Sanki özünden bir parça kopmuş gibi
kendini yarım bile hissedemezsin, bundan böyle belki çeyrek... belki
ondan da güçsüz olacaksın, can damarın kopmuş gibi kan kaybedeceksin.
Evlat acısı gök ekinin biçilmesi gibi keder verir kalbe, hani
mevsimler boyu emek sarf eden birinin bütün gayretlerinin bir anda yok
olması gibi bir şeydir. Rüzgarların, bir afetin, bir fırtınanın ürünü
biçip geçmesi gibi...Yüreğine taş bağlayıp ağlarsın, bu sancıyı hangi
taş emebilir; hangi sünger içebilir bu zehirli usareyi, damarlarında
dolaşan bu feryadı; hangi teselli kucağı teskin edebilir?
Ateş düştüğü yeri yakar ne kadar da doğru söylemiş söyleyen,
başkalarına hikaye gelir masal gelir, eş, dost, akrabalar başına
toplanırlar. Kendine gel, ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor. gibi
anlamsız sözler söylenir. Pembe annenin dediği gibi Ey ne kolay öyle
haklısın Pembe anne çok haklısın. Senin boğazından su bile geçmezken
karşında kurulan sofralarda iştahla karınlarını doyuranlar, insanın
gözünün içine baka baka Nasıl dayanıyorsun? Ben olsam çıldırırım
diyenler... Diyenler der de bilmezler mi ki malın mülkün, çoluk
çoçuğun kendisine verilen birer emanet olduğunu.
Yaşam bizleri sınar; bizim zannettiğimiz oğlumuzu, kıvır kıvır saçlı
kızımızı bir anda elimizden alabilir. Hayat böyle bir şeydir işte.
Bizleri sınar, dener. Her şeyin başı sabırdır, bu dünya böyledir işte,
gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı
kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?
Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir, nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında
Biz insanlar, ölümü unutuyoruz ama ölüm bizi unutmuyor. Ansızın
kapımızı çalıyor, nerden nasıl geldiği belli değil. Buluşma yeri
belirsiz; ya yeni elbise giyerken, ya son model arabamızı sürerken,
kimi zaman da ciğerparelerimizi alıp ölümün hak olduğunu hatırlatıyor.
O ana kadar hiç bir anne-baba ciğerparesinin öleceğini düşünmez,
hatırına bile getirmek istemez, ölümü yakıştıramazlar, konduramazlar
evlatlarına. Ölümün adını bile anmak korkutur onları. Hz. Mevlana
ölümü şöyle ifade ediyor:
Ölümü korkutucu kılan, onu zorlaştıran şu ten kafesidir. Teni bir
sedef gibi kırdığın zaman, ölümün bir inciye benzediğini sen de
göreceksin. Bu inciyi görmeyi Rabbim hepimize nasip eylesin.
Evlat acısını anneler biraz daha yoğun yaşıyoruz. Değerli
okuyucularım insan hayatı gelgitlerle dolu zaman zaman sevinçler, zaman zaman acılar
karşımıza çıkabiliyor. Hani hayat dediğimiz faktör var ya... bize ne
getirecek, ne götürecek ya da alnımıza yazılan yazıyı okuyabiliyor
muyuz?
İnsan doğumdan ölümüne kadar neler yaşayacak bunlar bizim için sürpriz
ve bu sürprizlere karşı dayanıklı mıyız acaba? Vereni de alanı da
bilirsek daha az acı çekeriz. Evlat acısını yaşamış bir annenin hayata
bakış açısı çok değişiyor, bu annelerden biri de tüm Türkiye'nin Semra
kaynana diye tanıdığı Sevgili Semra Yücel hanımefendi. Ben Semra
hanımın evladına olan sevgisini ve koruma arzusunu çok iyi anlıyor,
bir çok insanın aksine çok fedakar bir anne olarak görmüştüm.
Yavrusunu kaybetmeden önce ve o acıyı yaşadığı gün onun kadere
teslimeyitini, yavrusunu sahibine teslim ettiğini, isyan etme hakkı
olmadığını paylaşmıştı.
Pencereme konan bütün kuşlar la sana selam yolladım.
Ne bir haber, ne bir selam döndü geri dönmediler,
Belli ki kuşlarda sevdi seni demek ki.
Bırakıp gelmediler geri
PERİHAN ANA
Hayatta yaşanacak acıların en büyüğü herhalde evlat acısıdır. Herhalde
diyorum çünkü daha evlat sevincini tatmamış biri olarak olası acısını
da bilemiyorum. Ama zihnimde tasvir etmeye çalışıyor. Bunu yaparken
bile büyük bir acıya gark oluyorum.
Benim zihnimde tasvir ederken bile acıya gark olduğum bu gerçeği
bizzat yaşayanlar var. Bunlardan biri de Perihan Usta Hanımefendi.
Perihan Ana, oğlu Murat’ı gencecik bir fidanken geçirdiği grip sonunda
beyninde oluşan bir ödem nedeniyle kara toprağa vermiş biri. Murat’ını
kara toprağa verdikten sonra, İman’ın şartı olan “Hayır ve şerrin
Allah’tan geldiğine” inanmış biri olarak, bu acıyı Kuran’ın ve
Hadislerin ferahlatıcı iklimiyle izole etmeye çalışmış. Evladını
gerçek sahibi olan Allah’a verdikten sonra diğer emsalleri gibi hayata
küsmemiş. Kendini hasta çocuklara ve aynı acıyla yanmış ana-babaların
yardımına adamış.
Haşr’e inanan imanlı bir yürek olan hasta çocukların Perihan Ana’sı,
onların bu acı dolu hastalık sürecinde direnç kaynağı. Devamlı onları
ziyaret eden ve moral veren Perihan Ana sayesinde küçük yürekler büyük
elemlerin üstesinden gelmeye çalışıyorlar.
Perihan Ana, gibi hasta çocuklara maddi ve manevi destek olmak ve
ana-babaların kafalarında oluşan soruları cevaplandırmak için “Göçmen
Kuşlar” isimli bir kitap yazmış. Ayet ve Hadislerin ışında
ana-babaların sorularına çözümler sunduğu kitabın geliriyle de hasta
çocukların hastane masraflarını karşılıyor ve onlara moral olsun diye
hediyeler alıyor.
Ne
mutlu ki bu küçük yüreklerin acısına ve acıya gark olmuş ana-babaların
sorunlarına merhem olmak için çalışan Perihan Analar var. Dayanılmaz
acılarla kıvranan küçük yürekler ve evlat acısıyla yanan ana-babalar
adına Perihan Ana’ya teşekkürlerimi sunuyorum.
Yüce Allah’tan, Perihan Ana nezdinde evlat acısıyla yanan yüreklere
sabır, amansız hastalığa yakalanmış küçük yüreklere acil şifa ve
ebediyete göçmüş evlatlara da rahmet diliyorum.
EN ACI İMTİHAN
Yüce Allah’ın biz kullarını imtihan için gönderdiği bu hayat
sürecinde acı-tatlı birçok anılarımız oluşuyor. Lâkin bu anıların
gönlümüz ve zihnimiz de en çok yer tutan acılar kısmıdır. Bu
acıların en büyüğü de şüphesiz evlat acısıdır. Kolay değil; dokuz ay
doğumunu bekleyip, tarifsiz sancılarla doğurup, bin bir emekle
büyüttüğünüz, canınızın bir parçası olan evladınızı kara toprağa
vermek. Birde onla acı-tatlı birçok anınızı paylaştıktan sonra bu
gerçekle yüzleşmek.
Hayat bir imtihan demiştik. Birçok türü bulunan bu imtihanın son
raddesi de ölüm. Aslında iman sahibi bir insanın büyük bir itidalle
karşılaması gereken bu raddeyi, insanın içini emsalsiz bir şekilde
yakan bir olgu olduğu için maalesef böyle karşılamakta çok zor. Çok
sevdiğiniz birini kaybedince ister-istemez niye diye soruyor insan
ama Haşr’e inanmış bir Mümin biliyor ki, O yok olmamıştır sadece
mekân değiştirmiştir ve bu fâni hayat bittiğinde gene
buluşacaklardır. Zaten ölüm denen gerçeği böyle karşılarsak
dayanılır bir kerteye getirebiliriz.
Gelelim ölümlerin en acısı olan ve ana-babaların yüreklerini bir
mızrak gibi delen evlatlarının ebediyete yolculuğuna; acı olan
ölümün en katmerlisi lâkin Haşr’e ve “Hayır ve şerrin Allah’tan
geldiğine” inanan bir Mümin için katlanılması gereken bir imtihan.
Bu imtihanı lâyıkıyla geçmeye en büyük örnekte, yüce Allah
tarafından insanlığa kılavuzluk için gönderilmiş olan ve Sünnet-i
Seniyye’si sayesinde yaşayış biçimimizi düzene sokmamızı sağlayan
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir. Bu acıyı defalarca yaşamış olan
Efendimiz (s.a.v.); bütün erkek evlatları vefat ettikten sonra, en
son Mâriye Validemiz’den doğan erkek evladı da vefat edince;
evladını kucağına alıp, bağrına basıp, gözleri dolu dolu bir şekilde
hüznünü ifade eder. O’nun bu durumuna bakanlara da: “Gönül mahzun
olur, gözler ağlar; fakat inşallah Allah’ın dediğinden, Allah’ın
hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz” demiş ve ardından da
dilini işaret ederek: “Allah şununla muâhaze eder” buyurarak bir
Mümin’in acıların en büyüğü olan evlat acısını yaşadıktan sonra
Allah’a gönül koymamasını ve ağzından isyana yol açacak lâfızların
çıkmaması gerektiğini göstermiştir. İşte yukarıda bahsettiğim
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) evlat acısı karşısında takındığı
kemal ve itidali, O’nun her hareketi gibi örnek almalıyız.
Velhasıl; evlat acısını, evlatlarımızın bize Allah tarafından
emaneten verildiğinin bilincinde olarak karşılamamız lâzımdır. Bu
zorunlu göçün bir son olmadığının ferasetinde olarak ve Peygamber
Efendimiz’in (s.a.v.) “Kişi sevdiği ile beraberdir” hadisini de
aklımızdan çıkarmadan, onların gerçek sahibine vardıklarının
bilincinde olup hayatımızı bu düstur ile idame ettirmemiz gerekir.
Abdullah KARAHİSARLI