CAN OĞLUMUN KARŞIYAKADAKİ MEKANI"KARŞIYAKAYA SEBEPSİZ GELİNİR Mİ
Sevgide derece gören göz aynı
Farklı sesleri duyan kulak aynı
Mekan değiştirenler
Ağızlarda tat kalmadı gayrı
Yüzüme çarpan rüzgar, dağıt okuduklarımıKarşıyaka'ya sebepsiz gelinir mi?
Sebebi var belliOğlum bindi kanatsız beyaz ata
Yatırdılar kara toprağa
Belki bu dünya ona göre değildi
Güller kıskandı kokusunu
Melekler aldı yanına
Güller üstünde, biz yastaKarşıyaka'ya sebepsiz gelinir mi?
Sebebi var belliElimde laleler, sümbüller
Severdi papatyaları
Üç adımlık dünyada
Geri attım adımlarımı
İstemiyorum monoton yaşamı
Değdiriyorum yüzümü toprağaKarşıyaka'ya sebepsiz gelinir mi?
Sebebi var belliÖmrün ne sonunda ne de başında
Oğlum otuz iki yaşında
Sahibisin rabbim buraların
Geldiğimizden haberdar eyle
Kızı diyor babam nerede
Ben ne diyeceğim Rabbim
Sen söyle
Ağıtlar notalara döküldüğünde
Gözyaşı kendiliğinden akarGözlerim yaşlı zor okuyor
Mezar taşındaki yazıyı
"Yarım kaldı umutlarım
Resimlerin renklerinde
Saklı kaldı geleceğin
Yaşamın gölgesinde
Artık her şey türkülerin
Nağmelerinde"Mediha UZAR
ANKARA KARŞIYAKA KABRİSTANLIĞI
"Ha bir saray, ha bir dağbaşı sonumuz bir mezar taşı."
Bitanem bulunduğun yerlere
kar yağıyorsa tane, tane
Bilesin ki, düşen benim yüreğine
ÇOCUK VE KABİR
Hamd ezelden ebede kadar Rabbimize olsun, salatlar Peygamber efendimize (SAV) ve selamlar onun kutlu arkadaşları sahabe efendilerimize olsun. Bir ayeti kerimede insan başı boş bırakılacağını mı zanneder? hükmü vardır; evet insan dünya hayatının hiç bir zamanında başı boş bırakılmış değildir. Yeryüzünde yaşadığı her hadise farkında olsun ya da olmasın onun yalnız olmadığını, onun kendi hailine bırakılmadığını gösterir. İnsanlar Allah'a bağlı olanlar yani muttakiler, iman edenler, bu hali açık açık görürler. İnanmadığını söyleyenler ya da inanmadığını zannedenler de kader denen o meçhul kitap, karşılarına çıktıkça aslında öfkelerinde olsun sevinçlerinde olsun onu hissederler, tek farkları ifade edemezler. Bu boş bırakılmama hadiselerinde insanın yüzüne çarpan en önemli hakikat elbette ölümdür.
Nedir ölüm?
Nedir ölmek? Yaşamak nedir? Yaşamak kendi heva ve heveslerimizin
etrafında dönüp dolaşmaksa, insanlığımızı unutmaksa ki öyle değil
biliyoruz, ölmek bir hiçlik bir kayboluş ve bir yok oluş hiç değildir.
Dünya bir bekleme salonuysa, elbette kabir de ahrete açılan kutlu bir
koridordur. İşte bu koridora en güzel şeklimizle, en güzel halimizle,
en güzel suret olarak, gönül olarak en güzel suretimizle girmemiz
gerekli ve ona göre bir hayat tasvir etmek, tasarlamak gerekmektedir.
Ölümün her türlüsü şüphesiz acı, şüphesiz hüzünlü ve kederlidir. Ama, belki de ölümlerin en acısı; yavrularımızın, çocuklarımızın ve gençlerimizin vefatıdır. Şimdi şöyle bir anne hayal edelim; bu anne canından aziz bildiği, üzerinde titrediği, saçına rüzgar değse benim gönlümde fırtınalar eser dediği evladını kabre gönderiyor. Anne yaslı, anne dertli, anne kederli.... Ve anne ölümü düşünüyor, onsuz hayat olmaz diyor, anne bocalıyor, anne sendeliyor... Böyle bir ruh haliyle anne kabirden geliyor evine. Aynı gün hava yağmurlu, o yağmurun acısını o anne kadar, diğer insan hissetmiyor. Annenin zaten yaralı olan yüreği dayanamıyor, daha bir feryat figan ediyor. Eşine; bey yavrumuz, kuzumuz ıslanıyor, üşüyor, ben O'nun tenini, rüzgardan bile sakındım, ben O'nun gözlerini nazarlı bakışlardan sakındım, ben O'nun bedenini soğuktan-sıcaktan sakındım, şimdi yavrumuz üşüyor.
Mevsim kış oluyor yağan kar annenin yüreğine düşüyor. Korkular bitmiyor, yağmur, kar ve karanlık....Ya karanlık; O karanlıktan hep korkardı. Elektrik kesildiği zaman korkudan annesinin kollarına atlayan ve sımsıkı sarılan, O çocuk nasıl yatar karanlıkta? Yavrum şimdi ne yapıyor karanlıkta ? Anne, böyle ürperişleriyle, korkularıyla yaşarken cevap yetişir bir gün. O yavru yalnız değil,. O asude ve aydınlık cennet bahçelerinde gezinmektedir diye...
Bir gün Yaradan kulunun rüyasına evladını koyuyor. Anne ben üşümüyorum, karanlıkta değilim, ben çok güzel bir kabir hayatı yaşıyorum. Ben bir cennet çocuğuyum ve kabrim de o cennetten bir bahçe, siz yanıma geldiğinizde ben kabrime geliyorum. Burası sizin düşünemeyeceğiniz güzellikte bir gül bahçesi. Beni Hz. İbrahim terbiye ediyor. Ben O'nun ve Peygamberimizin yanındayım. Rabbimin rızasını yaşamaktayım ve O'nu görmekteyim, O'nu hissetmekteyim... Anne ne olur gözyaşı dökme, ne olur isyan etme Rabbime... Ne olur haydi kalk ayağa abdest al! haydi anne şimdi şükret, gözyaşların tövbelerin olsun. Benim için artık üzülme. İnan bana ben senin yanında olsaydım bu kadar mutlu olamazdım. Sen de geleceksin yanıma, bu hasret bitecek, bu gurbet bitecek. Ancak, yanıma gelebilmen için isyan etmeyip, şükretmen gerekir. Dua etmen, diğer göçmen kuşlara, diğer cennet çocuklarına en güzel hizmetleri göstermen gerekir.
Anne haydi ayağa kalk, Rabbimize tutun, Efendimizin sünnetine, O'nun sevgisine sarıl. Haydi Kur'an'a sarıl, Hadis-i şeriflere sarıl, büyük alimlerin eteklerinden, onların ellerinden tut... Bak Anne onlar ne diyor; "Dünya ahrete nispeten bir zindan hükmündedir." Bak Anne Efendimiz ne diyor; "Kabir ahret konaklarının ilkidir. Kim oradan kurtulursa, artık gerisi kolaydır. Kim de oradan kurtulmazsa gerisi ondan daha zordur." Ne olur Anne biz bu konaklara en güzel erenlerden olalım. Anne ağlama! ben ne yağmurları, ne karı ne de karanlıkları hissediyorum. Ne tufanlar geçiyor başımdan... Anne ayağa kalk, yavrun için, diğer yavrular için, diğer anneler için Efendimizin sünnetini, O'nun güzelliklerini yeniden ihya etmek için ayağa kalk. Acıdan rahmeti bul, rahmeti Anne...
Anneye, ahretten gelen bir mektuptur. Anne ağlar ama bu gözyaşları artık hicranın, isyanın, öfkenin, buhranın gözyaşları değildir. Bu gözyaşları; hamdın ve şükrün gözyaşlarıdır.
Anne kabri öğrenmiştir, sonsuzluğu öğrenmiştir, ebediyeti öğrenmiştir, anne artık çok mutludur, anne artık eşsiz duygular içindedir, anne artık kurtulmuştur ve anne kalbindeki çiçeği, kalbindeki güzellikleri bütün insanlarla paylaşmak için, seferber olmuştur.
Ne mutlu o annelere, ne mutlu başı boş bırakılmadığını, bir sahibi olduğunu bilip en büyük acıya bile eyvallah diyene... Sabrın ve şükrün kutlu merdivenlerinde yücelere, ötelere, sonsuzluğa en güzel şekliyle, en güzel haliyle yürüyen annelere... Anne olmak başlı başına güzel zaten... Ama ne mutlu öylesi annelere... Haydi biz de o güzellikleri bulalım, o güzelliklerde kaybolalım.
E. EMİN
Yüreğimden kuşlar havalandı
Karların düştüğü yerlere
Sen gitme gel !...
Ömür boyu yağan kar ol
Beyaz düşlerime...
“Bir mezar
taşıdır insandan, yarına kalan
Onu da başkası yaptırır, gayrısı yalan”
KABİR
İnsan anne
karnındaki karanlık alemden, bunun o sıkıcı tünelden geçmeden gün
ışığına kavuşamıyor. Tıpkı bugün gibi kabir de bütün dostlarımıza
kavuşturacak olan, bir anlamda ebediyetin kapısı ve eşiği hükmündedir.
Onu da yaşayacağız ama oradan daha güzel bir aleme geçmiş
olacağız.Dünya ile dünya ötesi arasındaki geçiş koridoru hükmünde olan
kabir ebedi hayatın yanında belki bir saniye bile gelmeyecek kadar
kısa kalacağımız bir ara istasyondan başka bir şey değildir.Bu dünyayı
her gece karanlıklara sarıp sarmalayan, sabah tekrar aydınlığa
çıkartan, önemsiz bir çekirdeği bile toprakta unutmayarak gelecek
mevsimlerde onu ağaç yapan ve meyve verdiren Rabbimiz, en sevgili
mahlukunu, en kıymetli sanatını toprağın altında unutur mu hiç?
Bediüzzaman, arkadaşları ile kabristanda dolaşıyordu, bir kabrin
başında bir süre bekledi ve gülümsemeye başladı. Yanındakiler ne
olduğunu sorduklarında: “Bu mezarda saliha bir hanım yatıyor. Namazdan
sonra tespih çekerken tespihin ipi kopmuş. Dağılan boncukları o
tespihe dizerken ölüm gelmiş. Hala o tespihin boncuklarını dizmeyle
uğraşıyor. O tespihi dizmeden kıyamet kopacak. Kabir hayatında
insanlar ve çocuklar neyi seviyorlarsa onunla uğraşırken kıyamet
kopacak” demiş.
Evet ahret olmazsa öldükten sonra bir hayat olmazsa, ölüm bir son,
yokluk, çürüme, toprağın altında kurda kuşa yem olma olsaydı her halde
insanın yaratılışında ki hikmet kaybolurdu. Dünya, zalimce ve sonu
daima kanlı biten oyunların sahnelendiği bir sahne değil. Sonbaharı
bir düşünelim. Tüm ağaçlar kup kuru kalıyor. İlk baharda ise o kup
kuru ağaçlar önce tomurcuk sonra da rengarenk çiçekler ile bezeniyor.
Sonra onlar dökülüyor, meyveye dönüşüyor. Yani, sonbaharda ölen,
kuruyan, kaybolan kainatın yüzü tekrar canlanıyor. İnsan sormadan
edemiyor. Nereye gidiyoruz? Bu gidiş nereye? Bu sadece freni patlayan
bir otobüsteki yolcuların giderek artan bir hızla yokuştan aşağı
inerken birbirlerine telaşla sordukları bir soru değil. Nereye
gidiyoruz? Bu soru 7'den 70'e kadar tüm insanlığı meşgul eden ve
dünyaya geliş gayemizin de bir nevi sırrını çözecek olan son derece
önemli bir meselenin başı. Bir kimyager düşünün, büyük bir özen, büyük
bir gayret ve çalışma sonucu her birinin değer, on, yüz milyar
değerinde olan gayet güzel çiçekler yapsa, sonra bunları adi bir saman
çöpü gibi hayvanlara yedirse ne kadar anlamsız bir davranış olurdu. O
halde her bir organı on ya da yüz milyarla değişilmeyecek kadar
kıymetli olan insanları elbette ki Rabbimiz bizim vücudumuzu toprak
altındaki kurt ve böceklere yedirmek için yaratmamıştır.
“Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirleri ziyaret size ahreti hatırlatır Hz. Peygamber. (s.a.s.)
Aslında
mümin, ölüp mezara girmeyi;
sümbül vermek için
toprağın bağrına saçılan bir tohum gibi görür.
Hangi tohum vardır ki toprağa
atılmış da bahara kalmamış”
DÖRT KUŞ
Hz. İbrahim (a.s) Allah'a şöyle sormuş: "Rabbim ölüleri nasıl dirilteceksin?" Cenabı Hak da "Ona inanmıyor musun?" deyince, Hz İbrahim, "İnanıyorum, Senin kudretin her şeye yeter. Lakin kalbimin tatmin olmasını istiyorum." demiş. Bunun üzerine Cenabı Hak ona 4 tane kuş alıp, bunları kendisine alıştırmasını, her birine bir isim vermesini sonra da bunları kesip kuş başı doğramasını, parçaları da karıştırmasını ve her bir parçasını bir dağın başına bırakmasını söyler. Hz. İbrahim dört kuş alır. Onlara isim verir. Kesip, karıştırır. Her birini bir dağın başına bırakır. Sonra isimleri ile çağırmaya başlar. Birde bakar ki kuşlar yanına gelir. Cenabı Hak, onları diriltmiş ve Hz. İbrahim (a.s)'e uçurmuş
Mesnevi’den
Güz mevsiminde bahçeler tarumar oluyor, ağaçlar çıplak kalıyor.
Fakat ilkbaharda yeniden yapraklar, çiçekler yaratılıyor. Her bahar
gittikleri yerden yeniden geliyorlar. İşte dirilişin güzel
örneklerinden biri…
Mezarlık ziyaretlerinde ve ölen yakınlarımızı rüyalarımızda
gördüğümüzde, Allah'ın müsaade ettiği çerçevede yaşadığımız gizemli
olaylarda, aslında ölenlerin kaybolmadıklarını başka bir alemde
yaşamlarını sürdürdüklerini insan hissediyor.Ölenler kabir taşları ile
bize mesaj verirler. "Ey nefsim, bir gün sen de buraya gireceksin! Bak
burada, şimdi yatanların hepsi senin gibi dünyada yaşadılar. Hepsinin
senin gibi hayalleri, arzuları, emelleri vardı. Çoğunun emelleri yarım
kaldı ve burada şimdi bekliyorlar. Yarın sen de burada olabilirsin,
fazla dünyaya meyletme, ahreti unutma!"
Dünyanın gördüğü her büyük başarı bir hayaldi.
En büyük çınar bir tohumdu.
En büyük kuş bir yumurtada gizliydi
YUMURTANIN ESRARI
Yumurtanın üzerinde önce minik bir delik belirir. İçerden bir
darbe sesi gelir ardından birkaç darbecik daha…Yumurta kabuğundan
birkaç parça yere düşer. Delik genişler. Topallama, yuvarlanma ile
titrek adımlarla tüyleri sırılsıklam bir civciv kendisini yumurtadan
dışarı atar.
Birkaç hafta öncesinin cansız yumurta sarısı, artık gören, işiten,
konuşan, hayatın 5 duyusundan kendine göre bir nasibi olan canlı kuş
yavrusu doğar. Hayatın yumurta kabuğundan içeri nasıl girdiği
bilinmez, nasıl ortaya çıktığı görülmez. Yaradılışa akıllar ermez. Ama
eser orta yerdedir. Sessiz, sedasız bir mucize ile cansız yumurta,
canlı bir kuşa dönüşmüştür.
Ben bu yumurtanın esrarını dinlediğimde, yumurtanın içini bir kabre
benzettim ve ümitlendim. Küçücük yumurtanın içinde nefes alan, gören,
duyan bir varlığa can veren onu yaşatan Rabbim sevdiklerimizi de
kabrin karanlığına mahkum eder mi?
MEZARDA DOĞUM
"Acıya sabredeceksin, acıyı veren Allah elbet teselliyi, yaranın ilacını da verir."
Türk
tarihinin Osmanlı asırları üzerine mühürlü olduğu vakitlerin birinde
Kasımpaşa'daki zindan arkası kabristanda kavuklu bir mezar şahidesi
varmış. Halk buna Meyitzade kabri diye isim vermiş. Fakat kimse niçin
böyle denildiğini bilmezmiş, yalnız ağızdan ağza bir tek rivayet
dolaşırmış, burada falancayla oğlu beraber yatmaktaymış.
Bu Meyitzade kabrinin macerasını araştıran meşhur seyyah Evliya
Çelebi bu yer hakkında şu bilgileri vermektedir. Bize Osmanlı
cihangirleri ilahi kelimetullah adına Eyre önlerinde savaşırken
aralarında kırkına yaklaşmış, şakaklarında kırçıllar oluşmaya başlamış
bir yeniçeri de vardı, bu yeniçerinin savaşırken aklı sık sık
İstanbul'a kayıyor ve altı aylık taze bir gelin olan hanımı ile
karnındaki çocuğunu düşünmeden edemiyordu, çünkü, cihat çağrısı
yapılıp sefere çıkarken yeniçerinin onları emanet edecek hiç kimsesi
yoktu. Bugün görmüş asker, ferman padişahın deyip yola koyulmadan
önce iki rekat sefer namazı kılmış dua ederek Allah'a şöyle
yalvarmıştı: "İlahi halim sana malumdur. Kalbime öyle gelir ki ben
seferden dönmeden şu hatuncuk doğuracaktır. Artık çocuğum sana
emanet." Kocası sefere çıkar çıkmaz kadıncağız ağır bir hastalığa
tutulmuş ve bir müddet sonra da bebeğini dünyaya getiremeden vefat
etmiştir.
Mahalle sakinleri bu kimsesiz kadına karşı son vazifelerini yerine
getirip, zindan arkası mezarlığının bir köşesine defnettiler. Fakat
kadın öldüğünde karnındaki bebek sağ idi, olmazları olduran Allah o
minik yavrunun yaşamasını istemişti. Bebek mezara konulduktan bir süre
sonra dünyaya geldi ve hikmeti hüda annesinin vücuduna tırmanıp
göğsüne yetişerek emmeye başladı, minik yavrunun annesinin bu ölü
memesinde süt bulması, oradan karnını doyurması ve nerede olduğunu
bilmeden karanlık bir dünyada kah uyuyarak kah ağlayarak hayatını
devam ettirebilmesi akıl ölçüleriyle izah edilemez. Ama çelebinin
araştırmalarına göre gerçek tam anlamıyla böyle idi.
Yeniçerinin
karısının ölümünden bir hafta sonra orduyu hümayun Eyre seferinden
döndü. Bizim yeniçeri referi de soluğu hemen evinde aldıysa da nafile
kapı duvardı. Acı hakikati öğrendiğinde bir zaman inanamadı, durmadan
olamaz diyordu. "Olamaz, ben karımı ve çocuğumu gitmeden evvel
Allah'a emanet etmiştim, o benim emanetimi korurdu, bunun olması
mümkün değil. Yeniçeri olanlara inanmak istememesi üzerine, mahallenin
erkekleri ona karısının mezarını gösterdiler. O dağ gibi yiğit adam
karısının mezarını görünce, henüz bir haftalık taze toprağa sarılıp
hüngür hüngür ağlamaya başladı, fakat o da ne? Toprağın altından
kulağına bir ses geliyordu. Bu ses bir bebeğin masum çığlıklarından
başka bir şey değildi. Adam hemen yerinden doğrulup yanındakilere
bağırdı. "Hey insanlar, tez kazma kürek getirin! Evladım aşağıda
sağdır." Şüpheyle birbirlerine bakan mahalle sakinlerinden bir kaçı
üzerlerinden ilk şaşkınlığı atıp bir koşu mezarcılardan birinin kazma
ve küreğini kapıp getirdiler. Hemen mezar kazıldı, görülen manzara
akıllara ziyandı. Erkek bir bebek annesinin çürümeye başlayan
vücuduna yapışmış, göğsünden süt emiyordu. Hayrete şayan olan şey
annenin rengi ve şekli değişip çürümeye başladığı halde sağ göğsünün
olduğu gibi korunmuş olmasıydı.
Evet, Cenabı Hak masum yavrunun yaşamasını
murat etmiş, tevekkül
ehli yeniçerinin ihlaslı dualarını geri çevirmeyerek bir mucizesini
daha göstermişti. Evliya Çelebi'nin zikrettiğine göre annesinin
koynundan alınan bu çocuk, büyüyüp delikanlı olduğunda ulema sınıfına
dahil olmuş ve Sultan Ahmet zamanına kadar itibar gören, sözü
dinlenen alim bir zat olarak yaşamıştır. Halk onu daima Meyitzade yani
ölü kadının oğlu diye çağırmış ve vefat ettiği zaman da yine doğduğu
yere, annesinin mezarına defnedilmiştir.
"Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur"
ÖLÜMSÜZLÜK
Ölümsüzlük aramıştık, o ölümlü rüyalarda,
Biz bir mevsim yaşamıştık, yaşadığınız diyarlarda,
Sonra bitti nöbetimiz, dünyaya elveda dedik,
Hamurumuza etimiz, olsun artık feda dedik,
Demir atacağı yerdir, bu yer gencin, ihtiyarın,
Karanlık görünen kabir, kapısı bizim diyarın,
Sizler de o yer yüzünde, bir mevsimlik çiçeksiniz,
Sizler de bir sisli günde, buraya geleceksiniz!
Gafil olma insanoğlu, seyreyle sağı, solu
Her canlının toprak sonu, ölümünden şüphen mi var
Gel nazar kıl mezarımın taşına
Akıl isen aklını al başına
Ben de bir dem sürdüm sefa cihanda
Sonunda bak taş diktiler başıma
Yunus