Cennet çocukları
Koşamayan, oynayamayan albenisini yitirmiş çocukluklar
Tüm olası heveslerini yüreklerine sıkıştırmış çocuklardı onlar.
Neşeli ıslık seslerinden çok uzak
Ömürlerinde baharı göremeden kışa teslim edilmiş yüreklerdi onlar.
Daha yaşamanın ne olduğunu anlayamadan
Ölümün kokusunu soluyan
Uzun karanlık sessizliklere gebe umut çocuklarıydı onlar.
Soluk benizli
Ürkek gülüşlü
Temiz yüzlü
Sözleri hep iyiden, umuttan, mutluluktan yana
Acının en acımasız yüzünde dahi gözleri yaşam yaşam gülebilen
Cennet çocuklarıydı onlar
Şimdi dinleyin beni yüreği pas tutmakta olan
Çivi gibi sağlam insanlar
Bir el
Tek bir nefes verin onlara
Hayatı yeniden yaratın onların gözlerinde
Aldığınız tek bir sağlam soluk hatırına
İnsanlığınızın hatırına
Tamir edebileceğinizce onarın hayatlarını
En çokta sevin onları
Ve unutmayın ki insanın kanındadır hayatının tüm tılsımı
Değiştirin hayatlarının tılsımını
Çünkü o tılsıma can havli ile tutunmaya çalışan KAN KANSERİ çocuklar onlar.
Rabia balaban ay
"Mesut olduğum zaman insanları anlıyorum sanmıştım, Halbuki onları ancak felaket içinde tanımam mukaddermiş"
Sevgili yavrum, seni bin türlü farklı acıyla dünyaya getirdiğim o
günden beri gönlümün içinde bambaşka bir yerde, bambaşka bir sevgi ve
bağlılıkla sevdiğim o günden beri bilsen hiç bu kadar çok acı
çekmemiştim. Bilmezdim bir yavrunun gözler önünde erimesinin bu kadar
zor olduğunu, bilemezdim ufacık savunmasız bir yavrunun kimseden aman
bulamadığı bir anda, kimseden fayda gelmediği anda böylesine garip
böylesine sessiz bitişini bilemezdim.
Başka anneler var ya başka anneler... Hani o yavrusunu bir günlüğüne
başkalarına emanet edemeyen... Hoş hep aynıdır ya anneler asla
yavrularından ayrılmaya kıyamazlar. Bilmezler ki ben ebedi ayrılığa
hiç dayanamam.
Yavrum, senin eridiğini, tükendiğini göre göre yaşamak ne acıdır. Bunu
bilmezler. Tarayacak saçların da yok artık. Öpülecek gül yanakların da
soldu artık, sen gözümün önünde sararıp solarken bilmezler ki ne beter
haldeyim ben.
Başkaları, yavrularının nezle olmasına bile dayanamazlar, biraz
hastalanınca kıyamazlarken bilmezler ki ben nice hallerdeyim. Bilirim
Allah'tandır bu dert, seni benden almayı dilediyse vardır bir hayır.
Ve bilirim ki gittiğin o güzel yerde, o cennet dedikleri tarifsiz
yerde kapıda bekleyeceksin beni bilirim. İşte bu ümitle, yani beni
karşılayacağın ümidi ile biraz kolaylaşır acına dayanmak. Ama kimse
bilmez ben ne hallerdeyim. Sus yavrum sus, anne deme, sus yavrum
ağlama.
OY YILLAR
Bir sel gibi rüzgar gibi
Geçip gitmişiz oy yıllar
Sevilmişiz, kırılmışız, ayrı düşmüşüz
Zaman geçer, kabuk bağlar yaralar
Sızı diner yara sağılır
Sesin gelir yıllarımın içinden
Hasret gelir kapılara dayanır
Kar yağar sıcaklarda üşürsün
Sanma solmaz aklar düşmez
Yüzün eskimez oy yıllar
Sen gidince ay kararır
Çığlıklar bitmez
Zaman geçer kabuk bağlar
Sızı diner yara sağılır
Sesin gelir gecelerin içinden
Ah... Hayalin yıllarımın içinden
Korkma gülüm korkma
Acılarla günahları temizlenen
Yaralar bir gün sağılır.
ANLADIMKİ
Bismillahirrahmanirrahim, Hamd ezelden ebede Allah’a mahsustur ve O
Allah ki; kulu İbrahim (a.s.)’a içinde bulunduğu ateşi serin ve
selametli kılmıştır.
Kur’an bize böyle der; “Ey ateş serin ve selametli ol (Enbiya 69). Her
ne kadar tasavvur edemesekde, hafsalamız bunu almasada tüm ateşlerin
(maddi ve manevi) Rabbi olan Allah ateşin ruhuna müdahale ederek onu
serin ve selametli kılabilir. Hal böyleyken belki de dünyanın en büyük
acılarından biri olan belki de bir insanın imtihan edilebileceği en
büyük ateşlerden biri olan (ki tatmadım ve de bilmiyorum, haddimi
aşmaktan rabbime sığınırım) evlat acısı oturduğu yüreği yakıp kavurur.
Eğer Allah’ın ateşe müdahale edebileceğine imanı yoksa tüm ateşlerin
de Rabbi o değilmidir aslında. Bize düşen bu zor imtihan ile
karşılaşan kardeşlerimize bir nebze olsun destek çıkmak değilmidir,
müslüman müslümanın kardeşi değilmidir yoksa. Bir gülümseme sadaka
değil midir, Tolstoy “İnsan Ne İle Yaşar” adlı kitabında der ki
Anladım ki Allah insanların birbirinden ayrı ayrı değil, tek vücut
halinde yaşamalarını istediğinden her birine kendi ihtiyaçlarını
değil, hepsi için gerekli olan şeyleri ilham ediyor.
Anladım ki insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünsede,
gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir, kim severse Allah’a yaklaşır
Allah’da ona yaklaşır, çünkü o sevgiyi yaratandır.
Allah aşkına herkesin önünde sevgi kapılarının açılabilmesi için bir
adım var. Bu yola koyulurken herkes başlangıçta ‘acaba’ diyor, acaba
onlara bir faydam dokunur mu? acaba o çocuklarla anlaşabilirmiyim?, bu
bir köz, bizim avuçlarımıza bıraktılar elhamdülillah, gönlümüzü yaktı
bu köz belki ama inanın hiçbir an acı vermedi kanatmadı. Öyle olması
beklenemezdi de zaten, bir kere görseniz Elif Sıla gibi (ki şu anda
cennette inşaallah), Seher gibi, Mehmed Emin gibi, Semra, Ali, Samed
gibi çocukları, onları bırakmak gitmek istemeniz mümkün değil, çünkü
size öyle şeyler öğretecekler ki, sıkıntılara karşı göğüs germeleri,
acılarına rağmen isyandan uzak olmaları... Çocukluğumuzdan çıkıp
yetişkin insanlar olunca unuttuğumuz o kadar çok şey var ki ve bunu
bize yalnızca çocuklar öğretebilir herhalde. Hem Rabbim şahit ki bir
ömür geçirsemde sonunda elde ettiklerim Ali’nin annesinin sözleri
kadar değerli değildir benim için. Aliye bir şişe zemzem verdim sadece
yara olan ağzına gargara yapsın diye. Bir hafta sonra annesi teşekkür
ederim abisi senin verdiğin sudan sonra Allah’tan ağzındaki yaralar
geçti dedi.
Biz galiba bir şeyleri unuttuk, sofu Adriyamisin ve Etembutol’a
(kanser ilaçları) güvendiğimiz kadar Rabbimize, Peygamberimize
güvenemedik. Oysa değilmidir “Dua ibadetlerin ta kendisidir”, “Dua
edin duanıza icab ediyim”. Rabbimize, duaya o ilaçlara güvendiğimiz
kadar güvenemedik ve çocuklarımızıda Allah’a güvenmeyi öğretemedik.
Bana öğretemediler mesela Rabbimin beni çok sevdiğini. Allah “taş
eder”, “yakar” bir varlık olarak tanıttılar bana (haşa). Yağmurları
gönderenin bahar gelince etrafı çiçeklerle donatanın, yıldızları ve
geceyi var edenin, kedileri yaratanın Allah olduğunu söylemediler
bana. Oysa ki daha küçük bir çocukken deselerdi bana: “Allah senin
için cennette dondurmalar hazırlamış (ki her çocuk merak eder cennette
dondurma varmıdır diye) bu dünyada en çok Allah’ı severdim. Rabbim
hepimize çocuklarımıza şu şiirdekileri öğretebilmeyi nasib etsin
inşallah.
Bu dünyada ve ahirette kardeşiniz Ahmet Başak DEMİREL.
VE BİR GÜN Ve bir gün aklın kocaman bir çiçek gibi Açılır açılmaz sana ölümden korkmamayı öğreteceğim Canını hiçbir pazarda satmamayı Onu incitmeden kırıp dökmeden Bir zerresini ziyan etmeden yepyeni Götürüp Allah’ına teslim etmeyi öğreteceğim. R. EYÜBOĞLU |
“Hastalığımda O’dur bana şifa ulaştıran”
HASTA ZİYARETİNİN HİKMETLERİ
Anneler sürekli eve kapanıp anılarla başbaşa kalarak karamsarlığa
düşmektense hayırlarda yarışalım. Bizlerin yardımına ihtiyacı olan
insanlara Allah (c.c.) yardım etmek istiyorsa bizim elimizle olsun
diye çırpınan yüreklerden olalım. Bir radyoda programcı Muhammed
Alpkent’ten hastanedeki insanların durumunu anlatıp dinleyicilere
duyurması için ricada bulunmuştum. O da bu işin ne kadar güzel
olduğunu anlatmak için şunları anlatmıştı:
“Cenab-ı Hakk kullarına sorar, hesap zamanı: ‘Ben hastalandım, beni
ziyarete gelmedin’. der kul da der ki ‘Yarabbi Sen alemlerin Rabbisin,
Sen nasıl hastalanırsın ve ben Seni nasıl ziyarete gelebilirim?’ Cenab-ı
Hakk da buyurur ki:; ‘benim bir kulum hastalandı, onu ziyarete
gelmedin, eğer gelseydin Ben’i orada bulurdun.’
‘Bir kimse bir hastayı ziyarete gitse 700 gün oruç tutmuş sayılır.’
Yunus der ki:
‘Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın onda karşı gele hak şarab’ın içmiş gibi’
‘ Hastayı yoklayan şehit sevabına kavuşur.’
‘ Bir müslüman, hasta olan müslüman kardeşini sabahleyin ziyarete
giderse, yetmişbin melek akşama kadar ona rahmet okur. Eğer akşamleyin
ziyaret ederse, yetmişbin melek onun için sabaha kadar istiğfar eder.
Ve o kişi için cennette toplanmış meyveler de vardır.’
‘Bir kimse bir hastayı görmeye gitse gökten melekler bir miladi bir
nida duyulur, sen ne güzelsin, bu yürüyüşün ne güzel, sen kendine
cennette bir menzil edindin derler.’
‘Bir hastayı yoklayan hep cennet bahçelerinde bulunursa, hasta hep
cennet bahçelerinde olur’.
Muhammet ALPKENT
İşte böyle sevgili
anneler, güzel işler bunlar değil mi? Bazılarımız maddi imkan
yetersizliğinden ‘yapma gücüm yok’ diye kendini geri çekiyor.
Unutmamalı ki ‘gerçek zenginlik gönül zenginliğidir’. Kendini yetersiz
görenlere Rasulullah (SAV)‘ın bir inci tanesi nasihati var;
“Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa hiçbir
iyiliği küçümseme”.
Küçücük bir tebessüm bakarsınız ahirette hiç ummadığınız bir anda,
kurtuluşumuza vesile olur. ‘Tebessüm etmek sadakadır’ buyuruyor o can
Peygamber, canım Peygamber (SAV). O halde hepimiz sadaka verecek kadar
zengin değil miyiz? Çevremizdekiler için hepimizin yapabileceği bir
şeyler vardır, kendinize ‘hayır kapıları’ arayın, inanın çok daha iyi
hissediyor insan kendini, alınan dualar sanki yaranıza merhem oluyor.
Analarının sıcak kucağından mahrum onlarca çocuktan birine bile
elimizi uzatmak çok güzel bir duygu.
ANNEME
Çoktandır ki
göremedim yüzünü,
Beni öldürecek bu halet anne
Halimi gelenden, gidenden değil,
Sıcak kollarından sual et ana!
Bir anne - babanın yaşayabileceği en acı ve en çaresiz olayın evlat acısı olduğunu yaşayanlar bilir. Allah kimseye bu acıyı yaşatmasın. Oğlumun gidişini (hala öldü diyemiyorum) kabullenemiyorum. Acı haberi aldığımızda oğlum henüz 10 yaşındaydı. O an ve sonrasında öyle çaresizdik ki. Zamanı durduramıyorduk, her çareye ulaşmaya çalıştık. Sonuçta bu beladan kurtulur gibi olduk. 2 yıl süren çabalarımız sonucu hastalığı olduğu yere hapsetmiştik. Yani sonuca göre yüzde 80 hastalığı yenmiştik, yüzde 20 ise tekrarlama olasılığı vardı. Ne yazık ki 1 yıl sonra oğlum, o yüzde 20’lik kısmın içinde yer aldı.
Benim için yaşarken ölmek bu olmalıydı. Ben bu acıyla yaşamın
anlamını kaybettim. Oğlum ise başına gelenleri yaşından büyük bir
metanetle karşıladı ya da öyle davranmak zorunda kaldı. Her zaman
olduğu gibi bizi üzmemek adına dişlerini sıktı. Gidişinin
hızlandığını hissettiğimizde doktorlarıyla konuşarak eve çıkarmak
istedik. Odasını küçük bir hastane haline getirerek izin alabildik.
Kendi doktorları da bizi her gün ziyaret ederek gerekenleri hiç
aksatmadan yapılmasını sağlıyorlardı.
Odasına yattığında ilk defa ölümden bahsetti. “Benim odamın bundan
sonraki sahibi sarı saçlı bir kız olacak baba” dediğinde hastalığın
etkisiyle bilincini kaybettiğini sandım. Oysaki görünürde hiç
değişmeyen tek yeri beyniydi. Yüzümdeki korku ifadesini gören oğlum
yatağına yaklaşmamı istedi. Yanına uzanarak başını göğsüme yasladım.
Oğlumla belki de bir daha hiç yaşayamayacağımı bildiğim baba - oğul
sohbetini yapmaya başladık.
Neden böyle konuştuğunu sorduğumda kapıyı kontrol ederek “Annem
duymasın baba. Ben uzun zamandır uykumda bazen de gözüm açıkken
gideceğim o güzel yeri görüyorum. Ölmek topraktaki bedenim için
geçerli. Yaşayan ruhum çok güzel bir yerde hayata devam edecek.”
Konuşan 13 yaşındaki bir çocuktan öte ergin bir kişilikti sanki.
Konuşmaya devam etti: “Birkaç gündür gittiğim yerde benim kız
kardeşim olacağını söyleyen bir varlıkla beraberim. Dünyaya yani
sizin yanınızda doğmaya hazırlanıyor. Halama çok benziyor. Sarı
saçlı, mavi gözlü. Bu müjdeyi benim size vermemi istedi. Annem henüz
bu konuda hazır değil, eğer söylediklerim gerçekleşirse adını Büşra
(müjde anlamına gelir) koyar mısınız?”
Oğlumun söylediklerine o an için hiç hazır değildim. Başında yeni
yeni çıkmaya başlayan saçlarını öpüp gözlerimden akan yaşları
silerek “Sen ne istedin de yapmadım oğlum” diye cevap verdim. Belki
de oğlumla en uzun konuşmamız o gün olmuştu. Sonrasında ise her
geçen gün oğlum daha da halsizleşip kısa isteklerle bizimle irtibat
kurmaya başladı. Son gece ise ara ara gözlerini açarak bana baktı ve
sadece gözlerimizle konuştuk.
Bugün oğlumun gidişinin 7. yılı. Kucağımda ise oğlumun ölmeden kısa
bir süre önce geleceğini söylediği ve ismini koyduğu 1 yaşına
basacak sarı saçlı, mavi gözlü kızım Büşra’yı tutuyorum. Oğlumun
varlığını ona çok ihtiyaç duyduğum ve özlemini sık sık hissediyorum.
Bu özlemimi de müjdesini verdiği kızımın saçlarını öperek gidermeye
çalışıyorum. Her nerede yaşıyorsa yaşasın oğlum bizim için hiç
ölmedi.
Gürbüz DERBEST
Sevgili Abdulkerim’i 1998 yılında hastaneye yaptığım ziyaretlerin birinde tanıdım. Mardin’in Kızıltepe ilçesinden gelmiş, yanında hiçbir yakını yoktu. Yanında anneleri, babaları olan çocuklara çok imreniyor, bunu benimle paylaşıyordu; bu nedenle onunla biraz daha yakından ilgilenmeye başlamıştım. O da beni Ankara’daki annesi olarak görmeye başlamıştı. Canı bir şey istediğinde sanki annesinden ister gibi beni arıyor, isteklerini rahatlıkla benden istiyordu. Bu beni çok mutlu ediyordu.
O zaman onüç yaşlarında olan Abdulkerim beş yıl boyunca
memleketine belki toplam beş ay gidebildi, tüm zamanını hastanede
geçiyordu ve bu onu çok üzüyordu. Geçen ağustos ayının sıcak bir
gününde beni aradı; “Ne olur Perihan teyze çok sıkıldım, yanıma
gel.” dedi. Ertesi gün gittiğimde onu yatağında ağlarken buldum.
Beni görünce iyice duygulandı, sarıldı. Biraz ağladı sanki
annesinin sinesine sığınıyor gibiydi. “Perihan teyze artık
dayanamıyorum, 9 yaşından beri hep buralardayım. İyileşmeyeceğimi
çok iyi biliyorum. Televizyonda seyrediyorum, benim yaşıtlarım
denizde tatil yapıyor. Ben bu sıcakta kollarımda serumlar şu iki
metrelik yatağa mahkumum. Her gece ağlayarak uyuyorum. Rüyamda
kendimi denizin ortasında yemyeşil bir adada görüyorum, bana bu
ada senin diyorlar; fakat uyandığımda kendimi yine yatakta bulunca
kötü oluyorum.” dedi.
Bir gün etajerinin gözüne bir şey koymak için açtım, bir cevşen
kitabı vardı. Elime aldım; bu ne diye sorunca o solgun yüzü
kıpkırmızı olmuş Ali’nin annesi koymuş dedi. “bunalınca bunun
Türkçesini oku, rahatlarsın.” deyince “Perihan teyze ben onun
Arapçasını okuyorum, ben Kur’an-ı Kerim’i üç kez hatim ettim;
fakat senin başın açık olduğu için bir daha benimle ilgilenmezsin
diye korktum ve onun için ‘benim değil, dedim, özür dilerim.”
dediğinde bir kez daha anlamıştım, bu çocuklar tesadüfen
seçilmemişti.
Bu güzel yüzlü, gül çocuk ile aramızdaki sevgi bağı 2004’ün Nisan
ayına kadar sürdü. Vefatından bir gün önce iyice ağırlaşan
Abdulkerim’i ziyarete gitmiştim, bana sıkı sıkı sarıldı, sanki
veda etmişti. Günlerdir banyo yapamayan o yavrucaktaki kokuyu hiç
unutamıyorum. Ertesi gün saat onaltı sıralarında kendisine tahsis
edilmiş adaya uçup gitmişti. Artık sıcakta bunalmayacaksın şair
ruhlu sevgili Abdulkerimim.
Kimse ne zaman can vereceğini bilmez. Bu bilinmezlik aslında büyük
bir lütuftur ve bir o kadar da büyük bir imtihandır. Ölene de,
kalana da büyük bir derstir. Sizlerin gidişi hepimize büyük
dersler vermeli
Ben sizleri annem gibi seviyorum. Ne zaman hastaneye ziyarete gelseniz bütün çocuklar sevinip gülmeye başlıyor. Bizlere elbiseler, yiyecekler, oyuncaklar hediye ediyorsunuz. Çocuklar çok seviniyorlar. Çocukların bazılarının anneleri yanlarında olduğu halde bir türlü ağlamaları durmazdı; ama sizleri görünce o üzüntülerini atıp çok kısa da olsa çok çok mutlu oluyorlar. Perihan abla herkes sizin gibi duyarlı, anlayışlı olsa, keşke! Başka insanlar sizin gibi değil. Bazı günler arkadaşlarımızla bu hasta halimizle ayaklarına kadar gitmemize rağmen, onlar bir gün olsun hastaneye ziyaretimize gelmediler. Hiçbirini sevmiyorum; ama sizleri çok ama çok seviyorum. Bir dahaki gelmenizi dört gözle bekliyorum. Sizi beklerken şiirler, mektuplar yazıyorum. Çok güzel resim yaptığım için Perihan teyze büyük resim defterleri, bir sürü renkli boyalar alıyor. Benim annem Mardin’de; fakat burada da Yüce Allah çok güzel bir anne gönderdi. Abdulkadir amcam da bana bol bol telefon kartı alıyor, ailemi daha sık arayayım diye. Annem, babam, kardeşlerimle konuşuyorum. Bütün kalbimle sağlıklı ve mutlu bir yaşamı hep birlikte yaşamayı Yüce Allah’tan diliyorum
14 Yaşında olan Burcu, Adıyaman'dan gelmişti. İçten, sevgi dolu bir genç kızdı. Onunla tanıştığımda bir kez daha anlamıştım bu çocukların ne kadar özel olduklarını.
Burcu geçen yıl orta okulu bitirmiş. Fakat bu yıl Kuran-ı
Kerim öğrenirim seneye de liseye giderim diyerek okula ara
vermiş, Kuran-ı Kerimi öğrenmiş, son 3 yıldır da 3 aylar
orucunu tutmuş. Bizi çok sevmiş, özellikle eşim ile
aralarında özel bir muhabbet bağı oluşmuştu. Aylardır
evinden uzak olan Burcu'yu mutlu etmek için cep
telefonundan ailesi ile görüştürüyor, o da hiç umursamadan
aile fertlerini tek tek telefona istiyordu. Eşim ona hiç
kıyamıyordu, ailesi onu yoksulluktan ölüm döşeğindeki
yavrularını görmeye gelemiyorlardı. Eşim ailesinin
gelmesini sağladı ve onları evimizde misafir ettik. Günde
2-3 kez hastaneye götürüyorduk. Çünkü, anne-babanın
evladından ayrı kalmanın ne demek olduğunu çok iyi
biliyorduk.
Burcu hastanede yatarken eşim böbrek ameliyatı olacaktı.
O gün hastaneye çocukları ziyarete gittik, eşim Burcu'ya
"Bu akşam 19:30 da ameliyat olacağım, bana dua et,"
demişti. Hemşire hanım, eşim ameliyata girdiği saatlerde
Burcu'nun kolundan kan alıyormuş ve Burcu da sessiz
sessiz bir şeyler söylüyormuş. "Burcu, bana kızdın da mı
söyleniyorsun?" diyen hemşireye " Hayır, şu anda Kadir
Amcam ameliyatta ben ona dua ediyorum" demiş. Ve
gerçekten onların dualarını Rabbim boş çevirmemiş, eşim 1
saat gibi kısa bir sürede ameliyatı atlatmış ve sağlığına
kavuşmuştu.
Ailesi gittikten 3 gün sonra bizi arayan Burcu, bizimle
tek tek görüşüp sanki vedalaşmış, ertesi günde asıl
mekanına uçup gitmişti.
"Ey gönül, yokluk toprağında at sürme, canın gül
bahçesinde at süre dur. Canın gül bahçesinde nelerimiz var
bizim? Görünüşte yüzümüzün sararmış, solmuş olduğuna
bakma. İç alemde yüzlerce gülen yüzümüz var bizim.
Mevlana
" Her yağmur bir bahar habercisidir..."